Merhaba güzel dostum, Nasılsın? Umarım iyisindir. Bir şey
sormak istiyorum, sen hiç okuduğun bir kitabın yazarı ile konuştun mu? Hayır,
hayır… İmza günlerini ya da seminerleri kastetmiyorum. Bu arada bu bahsettiğim
yazar, 1828 yılında doğdu ve 1910 yılında vefat etti.
Neyse kafan karışmadan anlatmaya başlayayım. 😉
Aslında her şey bundan tam bir buçuk sene önce bir kitabı
satın almamla başlamıştı. Bahsettiğim o gün, canım sıkılmıştı ve biraz yürüyüş
yapmak için dışarı çıkmıştım. Genelde böyle anlarımda ayaklarım beni Sahaflara
getirirdi. Kitapların kokusu, sıcaklığı ve dostluğu beni kendime getirir.
Kitaplar belki de insanoğlunun en güzel icadıydı… Kim bilir?
Paramın azlığını
ve okumak için alıp henüz okumadığım kitaplarımın çokluğunu umursamadan, kitap
alırdım. Ve o gün yine bu geleneğimi devam ettirmiştim. Kitaplara bakarken bir
kitap dikkatimi çekmişti. Bana öyle güzel bakıyordu ki anlatamam. Onu almıştım.
Hayatıma bir yön vermek istiyordum ve işaretleri dikkate almam gerekiyordu. Bu
kitabın adı ilgimi çekmişti. Sahi “İnsan ne ile yaşar ?” bu zamana kadar birçok
kere ne için yaşadığımı sormuştum. Sanırım ne ile yaşadığımı hiç sormadım.
(Merak edip arkadaşıma sorduğumda “Ekmekle kanka” demişti. Yorum yok…) 😅
Çok uzattım… Kısaca
anlatayım en iyisi.
Sabahleyin erken saatte kalktım, penceremi açıp
dışarıdaki kuş cıvıltılarını dinliyordum. Güneş öylesine güzel ısıtmıştı ki içimi,
annesinin bağrında o eşsiz huzuru yaşayan küçük bir bebek gibiydim. Kahvaltı
yapmadan bir an önce çıkmalıydım. Üstümü başımı giyindim. Ajandamı ve
okumak için seçtiğim kitabımı çantama koyup, kendimi sokağa attım. Sek sek oynamak için
kireç taşı arayan çocuğun heyecanıyla aşındırıyordum sokakları.
Kahvaltı yapmak için her zaman gittiğim pasta hanenin
yolunu tutmuştum. Sıcacık poğaça ve simit kokusu, birbirinden sanatlı pastalar
ve en sevdiğim sütlaçlar… Yüzümde tebessüm oluşturdu. Burayı çok seviyorum. Sessizliğin
ve samimiyetin her rengini taşıyordu. Poğaçalarımı yedim. Çayımı içerken
çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım.
Kitaba öyle dalmıştım ki… İki saatte sadece bir çay ve
iki poğaçayla duruyordum. Çalışanların bana ara sıra bakışlarını fark ettim. Psikolojik olarak kendi kendime “ Ya kalk ya da bir şeyler ye” dememe sebep olmuştu. 😅
Sonra kalktım,
camekân tezgâha işaret parmağımı uzatıp “Şu çok yanmış olan sütlacı alabilir
miyim? Diye sordum. Sütlaç istediğim soğuklukta değildi. Yarım saat daha
dolapta soğumasını, bekleyebileceğimi söyledim. Bu sırada kitabımı
bitirebilirdim.
____________________________________________________________________________________________________________________________
Simon
gözlerini açtığında barakası eskisi gibiydi.
SON
Kitabı bitirdim ve düşüncelere daldım... Ayten ablanın
sütlaç kâsesini önüme koyup “Afiyet olsun” demesiyle kendime geldim. Büyük bir
iştahla kaşığı alıp, sütlaç kâsesine daldırdım. Tam yemek üzereyken bulunduğum
masanın dibindeki cama birisi vurdu.“Tık, tık, tık”.
Ağzım açık kaldı, kaşığımı sütlaç kâsesine
geri koyup, dışarıya baktım. Beyaz ve uzun sakallı yaşlıca bir adam, kaşları
çatık bana bakıyordu. Üstünde dizlerine kadar inen siyah bir paltosu vardı.
İlginç bir şapkası ve sırtında bezden yapılmış çuval modelinde bir çanta
vardı. Gözlerimin içine öylesine bakıyordu ki sanırsın kırk yıllık evliyiz. 😂
Sağ elinin işaret parmağıyla az önce bitirdiğim kitabı
işaret etti. “Allah Allah dayı deli midir? Derdin nedir?” diye söyleniyordum.
En iyisi boş vereyim sütlacımı yiyeyim, dedim. Tam bir kaşık aldım yine “Tık,
tık, tık” Tövbe ya rabbim.
Galiba karnı aç, bir çay poğaça söylemek istedim. Elimle
içeri gelmesi için işaret ettim. Pasta haneye girdi ve bulunduğum masaya
oturdu. Elimi uzatıp selamlaşmaya çalıştığımda elimi kasten sıktığını sandım.
Yaşlıydı fakat bir delikanlı gibi eli vardı. Yaklaşık beş dakika konuştum,
ağzından çıt çıkmadı. Bir kitaba bakıyor birde gözlerime bakıyordu. İnsan
sevgilisine bu kadar bakmazdı, ufaktan korkmaya başladım. Telefon çalıyor
numarasıyla kalkayım dedim, hesabı öder kaçardım. 😀
Tam masadan kalktım bileğimden kuvvetlice
tuttu. Oturmamı istercesine elini uzatıp çekti. Sandalyeme geri oturdum. Kitabı
işaret edip “Ver” dedi. Meğer bizim ihtiyar delikanlı konuşuyormuş. Kitabı
uzattım. Sayfaları epey karıştırdıktan sonra yumuşak bir tebessümle yüzüme baktı.
Bir yandan da güzel temiz bir yüzü olduğunu fark etmiştim. Eski zamanlardaki
dervişlerin tasviri canlanmıştı gözlerimde.
-Bitirdim istersen okuyabilirsin, dedim. Gülümseyerek
sakalını ovuşturduktan sonra;
-Biliyorum zaten onun için buradayım. Simon bir kaşık
getirir misin? dedi.
Aha! yine deliye çatmıştık arkadaş, Kırk yıllık Pastacı Rıza
Ustayı “Simon” yaptı ya ne diyeceğimi bilemedim?
Uzaktan yabancısı olduğum bir ses;
-Tamam efendim, dedi.
Kafamı Rıza abinin her zaman durduğu yere çevirdim.
Sarışın, yüzü hafif çilli bir adam elinde kaşıkla geliyordu. Allah Allah neler
oluyor anlamadım gitti. Simon dediği adamdan kaşığı alıp, sütlacımdan bir iki
kaşık aldı. Nasıl gözüm kaldıysa yarısını sakalına döktü. Sinirlerim
bozulmuştu. Gür bir sesle;
-Rıza abi, Rıza abiiiii diye bağırdım.
Yaşlı adamın “Simon” dediği sarışın adamın “Buyurun efendim” demesi beni sinir etmişti. Bu kez “Ayten
ablaaa!” diye seslendim. Bir abla vardı fakat isminin “Matriyano” olduğunu ve
nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Bir anda tüm bu olanların bir kamera şakası
olduğunu düşündüm. Sonra bulunduğum pasta haneyi incelediğimde şok olmuştum.
Nereye bakarsam orası yapboz parçaları gibi küçük küçük değişiyordu. Ve bir
anda pasta hanede değil de eski bir mekânda buldum kendimi. Bunlar bir rüya
olsa gerek…
Birden kafama dank etti. “Simon” ve “Matriyano” tabi ya
nasıl akıl edemedim? Az önce okuduğum kitaptaki karı koca…
Hemen kitabı yaşlı adamın önünden aldım. Kitabın ilk sayfasını
açtım. Orada yazarın fotoğrafı ile hayatı hakkında kısa bir yazı vardı. Fotoğrafa
baktım ve… “Aman Allahım bu o, evet bu kesinlikle o!” Bu nasıl olur? Karşımda
Lev Nikolayeviç Tolstoy oturuyordu. Ve ben sütlacımı yediği için ona kızıyordum.
Kitabı kaldırıp yüzüne yakın mesafede tuttum. Şaşkınlığıma bıyık altı
gülüyordu. Hemen özür diledim, heyecandan ne yapacağımı bilemedim...
Önce elini öpmeye çalıştım sonra sımsıkı sarıldım. Şok halimi atlatıp, derin bir nefes aldıktan sonra ona
soru sormak istedim. Fakat nasıl hitap etmeliyim diye düşünmedim de değil.
“Tolstoy Dayı” desem, beğenmedim Ramiz Dayı gibi ne o… “Lev Nikolayeviç
Tolstoy” çok uzun nefes yetmez kurban olduğum. Buldum! Dünyanın ve Rusya’nın
gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan bu adama direk Tolstoy diyeyim. (Tolstoy
diyeceğim zaten adı bu, ne dememi bekliyorsun?) 🙈
-Tolstoy benden ne istiyorsun öğrenebilir miyim? Ya da
neden geldin? Kitabının korsan olduğunu falan düşünüyorsan değil, çünkü bende
korsana karşıyım. Bu arada bir imza atarsın artık. Sakalına kurban, kırma beni.
Geçen bizim Sahaf Refik abiyle, senin ve Hugo’nun gıybetini ediyoruz. Tutmuş
senin için yok efend...(.)
Daha sözüm bitmemişti ki sözümü kesti. Eliyle “Tamam
gevezelik yapma” der gibi avuç içi masaya bakacak şekilde hafifçe aşağı yukarı
salladı.
-Tamam, tamam… Beni dinle genç adam! Eğer sana yardım etmem
gerektiği söylenmeseydi buraya gelmezdim. Çünkü sen çok ge…, demesine fırsat
vermeden araya girdim;
-Seni kim gönderdi? Neden gelmezdin? Neden ben?
Tolstoy sözünün kesilmesine kızmış belli ki cümlesini tekrarladı.
-Çünkü sen çok gevezesin, dedi.
İlk başta alındım, sonra gülmeye başladım. Az önce neredeyse
Tolstoy’a trip atacaktım. Ciddi durmaya çalıştıkça gülesim geliyordu. Tolstoy’un
bakışları sertleşti. Neden gülüyorsun? Diye sorsa verecek bir cevabım yoktu.
Tolstoy;
-Genç adam, arayış içerisinde olduğunu ve birkaç konuda
yardımım gerektiğini duydum. Ve bu yüzden seninle konuşmaya geldim. Kafandaki bir
yığın sorudan sadece bir kaçına cevap verebilirim.
Olayın ciddiyetini anlamıştım. Bu mükemmel bir fırsattı, düşünsene! Tolstoy gelmiş ve onunla fikir alış verişi yapıyorsun.
-Tolstoy bu anın bitmesinden korkuyorum. Sana soracağım
bir çok sorum var? (Hayatımda hiç Tolstoy’a ne sorarım diye
düşünmemiştim. Peki sen düşünmüş müydün?)
-Evet seni dinliyorum evlat, dedi. Tolstoy’un bana evlat
demesi çok hoşuma gitmişti. Baba adamdı Tolstoy. 😊
-İnsan ne ile yaşar? Diye sordum. (Masada
duran kitaptan başka hiç bir şey yoktu aklımda ne yapayım?)
Tolstoy sağ eliyle sakallarını sıvazlayarak düşünüyordu.
Yaklaşık bir dakika “hımm, hımm” diye sesler çıkarıp, başını sağa sola hafif
hareket ettiriyordu. Ve sonunda konuşmaya başladı;
-İnsan ne ile yaşar? Sorusunun cevabı, insanın kendine “Ne
için yaşıyorum?” sorusunu sormasıyla, içten içe cevap buluyor. Şöyle ki insan bu
dünyaya iyilik yapmak ve birbirini sevmek için gelmiştir. Ben iki yaşımda
annemi, dokuz yaşımda ise babamı kaybettim. Anne baba sevgisi en büyük
sevgilerdir ve ben bunlardan mahrum kalmıştım. Birisi beni anne ve babamdan
daha çok düşünüyordu. Bana halalarımı göndermişti ve bana onlar bakmıştı. Bu
sorunun cevabı uzun fakat ben elimden geldiğince kısa anlatacağım. Biliyorum ki
insanlar sadece kendilerini düşünerek var kalıyor gibi görünseler de aslında onlara
hayat veren tek şey sevgidir. Geceleri kafamı yastığa koyduğum zaman, bana
kötülük yapan insanları düşünecek kadar uzun bir hayatımın olmadığını genç
yaşta öğrendim. “Seven Allah’a; Allah sevene yaklaşır. Sevgiyi var eden odur
çünkü.” Sevmek evlat sevmek… Sevmek, o kadar güçlü bir zırhtır ki. Hiçbir mermi
onu delemez. Sevmek, bir yavru kedinin ip yumağıyla oyunlar oynamasıdır.
Sevmek, elindeki bir parça ekmeği ikiye bölüp birisiyle paylaşmaktır. Sevmek,
sabahleyin kalktığında kuşların cıvıltısını dinlemektir. Sevmek, elindekinin
kıymetini bilmek ve elinde olmayan şeyler için üzülmemektir. Sevmek,
şükretmektir. Sevmek, anne baba olabilmektir. Ve sana daha da önemlisini
söyleyeyim mi? Evlat…
Tolstoy öyle akıcı konuşuyordu ki… Adeta büyülenmiştim.
Bu anlattıklarından daha önemli ne olabilirdi? Uzun süre konuşmadığım için
boğazım kurumuştu. “Ihım,ıhım” boğazımı temizledikten sonra;
-Evet, lütfen çok merak ediyorum, diyebilmiştim. Tolstoy
gülümseyerek konuşmasına devam etti.
-İnsan her şeye önce kendini
sevmekle başlar. Seksen iki senelik ömrümde birçok hatalarım ve pişmanlıklarım oldu.
İnsan yaşadığı sürece umut vardı. Bunu bana en sevdiğim kitap fısıldadı.
Defterime “Hayat Kuralları” diye adlandırdığım yazılarım vardı. Hayatın ilk
kuralı kendini affetmek ve başkalarını affetmekti. Çünkü kendini affeden,
başkalarını affedebiliyordu ve gerçek sevgiyi buluyordu. Yalnızda kalsa kendini
sevebiliyordu. Biliyorum evlat bu oldukça zor unutma ki…” En güçlü savaşçı sabır
ve zamandır”.
Tolstoy sustu ve bana
bakıyordu. Adeta büyülenmiştim ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sonra onun en
sevdiğim diye nitelendirdiği kitabı merak ettim. Heyecanlı bir şekilde;
-Tolstoy! az önce insanların
yaşadığı sürece hep bir umudunun olduğundan bahsettin. Ve bunu sana bir kitap
fısıldamış. Acaba bu kitabın adını öğrenebilir miyim?
Tolstoy’u ilk defa bu kadar
neşeli görüyordum. Belli ki bu soruyu sormama çok sevinmişti. Suyun kaldırma
kuvvetini bulan Arşimet’in heyecanı vardı Tolstoy’da…
-Kalk gidiyoruz, dedi.
Nereye? Olduğunu soramadan çantalarımızı takmıştık. Simon ve Matriyano’ya iyi
günler dileklerinde bulunup oradan dışarı çıktık.
Çıktık çıkmasına da her
sokak bana yabancı geliyordu. Tolstoy’la Moskova’nın sokaklarında geziyor
olduğumu fark etmiştim. Yabancı olan sokaklar değil benmişim. Tolstoy’a merak
ettiğim özel bir soruyu sordum ve cevapladı. Eğer bir gün anlatmama izin verirse sana da anlatırım. Tolstoy’un “İşte geldik” demesiyle nereye geldiğimizi
bilmeden sevinmiştim. Epey yürütmüştü beni. Geldiğimiz yer Tolstoy’un ‘Khamovniki’ bölgesinde bulunan eviydi. Evin
uzaktan hoş ve mütevazı bir görünümü vardı.
Eve yaklaşırken, aniden kar
yağmaya başladı. Eee, tabi Burası Rusya… Kar tanesi yerine, kartoplarının
yağdığı soğuk memleket. Tolstoy’la hızlı adımlarla evin önüne geldik. Cebinden büyükçe bir anahtar çıkarıp kapıyı açtı.
“Ayakkabılarımı çıkarmamı ve etraftaki
eşyalara fazla dokunmamamı söyledi”. Neden? Diye sorduğumda; “İlerde burası
müze olabilir” demişti. İlginç gelmişti, kim düşünürdü ki böyle bir şeyi, “Öldükten
sonra müze olsa neye yarar?” düşüncesi daha ağır basıyordu sanırım. Tolstoy, bunun
işaretlere inanan insanlara ilham olacağını dile getirdi.
-Beni takip et evlat çok
oyalanma…
O kadar hızlı yürüyordu ki
etrafımda gördüklerimi çok az hatırlıyorum. Bir sehpa örtüsü dikkatimi çekmişti.
Siyah ve üzerinde elliden fazla imza vardı. Her biri farklı renk iple
işlenmiş imzalar. Mobilyalar, sallanan sandalye, sayısını bilmediğim kadar
duvar sobası ve bir dünya resim tablosu vardı. Daha önce hiç görmediğim müzik enstrümanları mevcuttu. Kızları ressam, oğulları ise müzisyen
olmalıydı. Birçok oda vardı. Tolstoy çok kalabalık bir aileye sahipti . Yanılmıyorsam
on üç çocuğu vardı ve beşini erken yaşta kaybetmişti. Evin küçük bir
odasında ağırlık görmüştüm. Tolstoy’un dambıllarla spor yaptığını tahayyül
edemiyordum. (Elimi nasıl sıktığını anlamıştım şimdi 😅)…Evin
her yerinde Tolstoy’un sesi yankılandı bana biraz kızmış olsa gerek;
-Evlat sana dediğimi duymuyor
musun? Buraya gel asıl aradığımız burada…
Asıl aradığımız neydi onu
bilmiyordum fakat bir solukta yanına varmıştım. Burası Tolstoy’un çalışma
odasıydı. Deri koltuklar, eski büyük bir masa, bacakları uzun yuvarlak sehpalar
ve antika eserleri andıran birçok eşya vardı. Masanın üzerinde iki şamdan,
şamdanlarda biri kısa, diğeri iki kat daha uzun mum vardı. Kalemler, kâğıtlar ve
birde yuvarlak çerçeveli bir gözlük dikkatimi çekmişti. Tolstoy bütün perdeleri
aralayıp camları sonuna kadar açtı. Gülümseyerek karşıdan bana doğru geldi ve
eliyle omzumu hafifçe sıktı. Diğer elinde çantasını hala taşıdığını fark ettim.
Neden? Bir yere koymuyordu merak etmiştim. Tam sormak için içimden geçirirken.
Tolstoy;
-Bir sorunun cevabını
bulmadan ötekine geçme. Sana insanın iyilik yapmasının ve sevmesinin öneminden
bahsetmiştim. Daha da önemlisi insanın kendini sevmesi olduğunu söylemiştim.
Affetmeye kendinden başlamalı ve her zaman bir umut olduğunu söylemiştim. Şimdi
sana en önemlisini söyleyeceğim…
Tolstoy yine bir süre
susmuştu. Odanın ortasında ayakta karşılıklı dikiliyorduk.
Tolstoy sessizliği
bozup;
-İnsanın ne ile yaşayabileceğini
artık biliyorsun. İnsanın ne olmadan yaşayamadığından bahsetmedim. En önemli
soruda bu ne olmazsa yaşayamayız? “İnsan anne ve babasız yaşayabilir,
fakat Allah olmadan yaşayamaz.” Onu bir insanı sever gibi sevemezsin tabi ki.
Ona olan sevgi, sevgilerin en güzelidir. Sana bir şey itiraf etmeliyim ki… “Ne
istediğimi kendimde bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp
uzaklaşmak istiyordum, ama yine de hayattan bir şeyler bekliyordum.” Ve bu
arayışlarım beni bir kitapla tanıştırdı. Kitap ise hayatıma yeni bir başlangıç
sağladı.
Sustu, göz pınarlarında
biriken yaşlar, taşıp yanaklarını ve sakallarını ıslatmıştı. Ne olduğunu
anlamıyordum. Onun ağlaması beni de hüzünlendirmişti. Elini arkamda bulunan yere doğru işaret etti…
Daha önce dikkatimi hiç
çekmeyen bir kitaplık gördüm. Çok ilginç bir kitaplıktı. Tam yedi rafı vardı.
Aşağıdan yukarı ilk dört raf Tolstoy’un sevdiği yazarların kitaplarıydı
sanırım. Daha sonra üstten ikinci ve üçüncü rafta Tolstoy’un eserleri vardı.
Yanılmıyorsam bunlar ; “Savaş ve Barış, Anna Karenina, İvan İlyiç’in Ölümü, İnsan
ne ile yaşar, Hz. Muhammed, İtiraflarım, Hacı Murat, Çocukluğum, Diriliş" ve
ismini tam hatırlayamadığım eserler mevcuttu.
En üst rafta ise siyah büyükçe bir kitap
vardı. Gözyaşlarını silip, kitaba doğru yöneldi. Büyük bir şaşkınlıkla
onu izliyordum. Daha da ilginç gelen hadise onun ilk defa çantasını yere
koyması oldu. Çantaya göz ucuyla bakmaya çalıştım. Ağzı kapalıydı. Tolstoy ağlamaklı
sesini bastırmak istercesine gür bir sesle kitabı okumaya başladı.
-Benim Sahibim, Kitabı indiren Allah’tır. O, hayır ve
barışı seven kulları korur. (Araf-196)
De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.
Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Zümer Suresi)
Zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var!
Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! (İnşirah-5,6)
O an öylesine huzurluydum ki… Hiçbir hayal bu gerçek
kadar güzel olamazdı. Tolstoy Kuran’ı Kerim’den ayetler okumuştu. Ne diyeceğimi
bilmiyordum. Kitabı kapattı, dudaklarına getirip öptü ve yerine koydu.
Yine göz gözeydik;
-Gelelim senin merak ettiğin soruna evlat, dedi.
O an sorumun ne
olduğunu dahi hatırlamıyordum. Sonra Tolstoy’un çantasına yönelmesiyle
hatırlamıştım. Ne vardı? Bu bez çantada sormaya çekindim fakat Tolstoy beni anlamıştı.
Tolstoy arkasında durmamı söyleyerek, çantayı
eline aldı ve ağzındaki ipleri çözdü.
Tolstoy çuvala benzeyen çantasını açtı. Sonra çantanın
altından tutup baş aşağı gelecek şekilde silkeledi. Tolstoy, oyuncaklarını bez
çuvalından çıkarmak için silkeleyen bir çocuk gibiydi. Çantadan değişik sesler
geliyordu. Bana baktı ve “korkma” der gibi iki gözünü kısa süreli açıp kapadı.
Çantadan pamuğu kıskandıracak beyazlıkta güvercinler
çıktı. Aynı zamanda kömürden daha kara kuzgunlar da vardı. Beyaz güvercinlerin
sayısı, kuzgunların neredeyse on katı kadardı. Beyaz güvercinler odanın geniş
olan penceresinden uçup gitmişlerdi. Kuzgunlar ise diğer pencereden çıkmıştı.
Kar yağmasına rağmen camların açık olması odanın sıcaklığını hiç etkilemiyordu.
Tolstoy çantasını bir kez daha silkeledi. Bu kez içinden bini aşkın arı ve bir sürü bal peteği çıktı. Bir yanda da on iki tane siyah uzun kuyruklu fare, odanın duvarını delip gözden kayboldu. Arılarda odanın bir köşesine çekilmiş petek yapıyorlardı.
Tolstoy çantasını bir kez daha silkeledi. Bu kez içinden bini aşkın arı ve bir sürü bal peteği çıktı. Bir yanda da on iki tane siyah uzun kuyruklu fare, odanın duvarını delip gözden kayboldu. Arılarda odanın bir köşesine çekilmiş petek yapıyorlardı.
Neler oluyordu? Anlamıyordum…
Tolstoy’a durmasını söylemek istiyordum. Hem korkuyordum hem de merak
ediyordum. Bu iki çılgın dürtü beni kalpten götürecekti. Kalbim adeta bir yarış atına rakip olabilecek kadar
hızlıydı.
Çantasını bir kez daha silkeledi. Bu kez içinden
şişman mı şişman bir akbaba çıktı. Sanki tek başına bir dinozorun leşini
yemişti. Uçamıyordu ve bize doğru bakıp önüne döndü. Uçmak istercesine ağır
adımlarla pencerenin dibine geldi. Üçüncü sıçrayışında pencerenin pervazına
anca çıkabilmişti. Öne doğru uzanıp kanatlarını açtı ve uçmak için kendini
boşluğa bıraktı. Ne olduğunu anlamak için Tolstoy’a baktığımda, gülümsediğini gördüm. Tolstoy’un bu hali beni nedense
rahatlatmıştı.
“Pat” diye bir ses geldi… Koşup pencereden aşağı baktım
ve akbabanın uçamadan yere çakıldığını gördüm. Akbaba biraz çırpındıktan sonra
orada son nefesini verdi. Tolstoy’a bir kez daha baktım. Kendinden emin duruşu
beni cesaretlendirmişti.
Sakallarının arasından minik bir serçe çıkardı. Serçenin
başını okşayıp öptü. Serçe odada iki tur attıktan sonra tekrar Tolstoy’un
çenesine kondu. Serçe, Tolstoy’un sütlaç yerken sakalına döktüğü pirinç
tanelerini yemişti. Daha sonra serçe, Tolstoy’un masasına uçup orada duran saatin
üstüne kondu. Nelerin olduğunu bilmek istiyordum.
- Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bana anlatır
mısın? Serçe, akbaba, arılar, fareler, kuzgunlar ve güvercinler bütün bunlarda
neyin nesi?
Tolstoy gülümseyerek bana baktı, tatlı bir ses tonuyla;
-Serçe senin saatin, serçenin altındaki de benim saatim.
Açıkçası pek bir şey anlamamıştım, anlamış gibi başımı
salladım. Diğer olan olayların sır perdesini aralaması için Tolstoy’un sözünü
kesmek istemiyordum. Konuşmasına devam etti;
-O güzel beyaz güvercinler
iyiliği ve güzelliği temsil ediyor. Bu
kimi zaman susamış bir sokak köpeğine su vermek. Kimi zaman ise arkanda iz
bırakacak eserler üretmek. En önemlisi de güler bir yüz. Evlat bunu sana daha
uzun açıklayabilirdim. Fakat saatin çalmadan diğer gördüklerini anlatmalıyım.
Gözlerini masadaki saate çevirdi. Fakat saatin
demesinden bir şey anlamamıştım. Bu onun saatiydi. Konuşmasına devam etti;
-Kuzgun ise kötülüğü ve
çirkin işleri temsil ediyor. Bu kimi zaman birinin hakkını yemek, kimi zaman boş
vakitleri değerlendirmemek. En kötüsü de kin ve intikamla yaşamak. Sevgisiz bir
ruhla insanlara olumsuzluk yaymak.
Arılara gelecek olursak,
onlar iyi eş ve dostları temsil ediyor. Hayatta sana destek olacak bir eşin
varsa düzgün ve temiz bir yuvan olur. Aynı şekilde iyi arkadaşların olursa,
birbirinizi daima ileriye taşıma adına, inşa edersiniz. Baldan tatlı muhabbetin
olsun istiyorsan arı gibi eşin dostun olmalı.
Son dediği söz komiğime
gitmişti. Onunda komiğine gitmiş olacak ki birbirimize bakıp gülümsedik. 😊
Farelere gelecek olursak,
onlarda kötü arkadaşı temsil ediliyor. Eğer ki arkadaşını iyi seçemezsen her
zaman uykudayken seni kemiren birileri olur. Bu benim hayatımda da oldu. Hatta
benim için bunalıma girdiğimi söylerler sen inanma onlara. Ben aslında
aradığımı bulmuştum. Bulmak istiyorsan arayacaksın. Mutlulukta böyle eğer mutlu
olmak istiyorsan. Mutlu olmak için harekete geçen bir ruhun olmalı. Bende
ölmeden önce hareket halindeydim. Ölüm meleğine Astapovo tren istasyonunda
ruhumu teslim ettim. Son isteğim İstanbul’a gitmekti. 😊
Ve bizim şu dinozor leşi
yemiş akbabaya gelelim... 😁
Tolstoy bir yandan
güldürüyor bir yandan düşündürüyordu. Akbabanın ölümüne niye sevindiğini
anlayacaktım sanırım. 😅
-Akbaba emek hırsızı olan ve
alın teri olmadan bir yerlere gelen insanları temsil ediyor. Arkasında bir iz
bıraksa bile altında kendi imzası olmayan insanlardır. Sahte yaşamış, iki yüzlü
insanlar. Bazen iyi görünmek için iyilik yapan ve samimiyetsiz olan insanları
temsil ediyor. Yaptığın iyilikler akbabanın karnını şişirir ve onu patlatır.
Patlamasa bile uçmasını da konmasını da unutturur. Ve uçamadan konar. 🙈🙉🙊
Tolstoy’a büyük bir
hayranlıkla bakıyordum. Konuşmasına devam ediyordu.
-Bu bez çanta benim bu dünyadaki
bedenimdi. Çantanın içindekiler ise ruhum. Ve önemli olan çantanın güzelliği
değil içinde hangi cevherleri taşıdığıdır.
Tolstoy’dan değişik sesler
geliyordu. Gözlerimi alacak parlaklıkta renkler çıkarıyordu. Odada adeta
şimşekler çakıyordu. Tolstoy bir kuşa dönüşmüştü. Daha ne kadar şaşırabilirim
diye düşünürken buda olmuştu. Hayatımda ilk defa bu kadar güzel bir kuş
görüyordum. Kanatları olabildiğince uzun, tüyleri gök kuşağını kıskandıracak
kadar renkli ve görkemliydi. Korku ve heyecan yüklü bir sesle bağırdım;
-Bu da ne şimdi Tolstoy? (Bir
kuşa Tolstoy diyordum, kafayı mı yiyordum)
Kuşa dönüşen Tolstoy’un
gülümsediği gagasından belliydi. 😂
-Ben bir Anka kuşuyum ve her
Anka’nın yeri Kaf Dağıdır... Camdan ışık hızıyla geçer gibi süzülüp gitti…
____________________________________________________________________________________________________________________________
“Pat” ile “Tık” birbirine
karışıp bir ses çıkardı. Ses camdan geliyordu. Baktığımda küçük bir serçe, kendini oturduğum masanın dibindeki cama çarpmıştı. Kimse fark etmemişti. Sonra Ayten
abla sütlacımı önüme koyup “Afiyet olsun” dedi. Her şey ilk andaki gibiydi,
saatimin çalma zamanı gelmişti. Kitabımın arka sayfasını çevirdiğimde son bir
not fark ettim.
“Şunu
sakın unutmayın: Önemli olan tek bir an vardır, o da şimdidir. En önemli an şu
andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana en gerekli olan kişi şu an
yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp
düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önemli uğraş o an yanında olan
kişiye iyilik yapmaktır. Zira bu, insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir.”
Lev Nikolayeviç Tolstoy
SON