7 Mart 2017 Salı

İNSAN NE OLMADAN YAŞAYAMAZ?


Merhaba güzel dostum, Nasılsın? Umarım iyisindir. Bir şey sormak istiyorum, sen hiç okuduğun bir kitabın yazarı ile konuştun mu? Hayır, hayır… İmza günlerini ya da seminerleri kastetmiyorum. Bu arada bu bahsettiğim yazar, 1828 yılında doğdu ve 1910 yılında vefat etti.

Neyse kafan karışmadan anlatmaya başlayayım. 😉

Aslında her şey bundan tam bir buçuk sene önce bir kitabı satın almamla başlamıştı. Bahsettiğim o gün, canım sıkılmıştı ve biraz yürüyüş yapmak için dışarı çıkmıştım. Genelde böyle anlarımda ayaklarım beni Sahaflara getirirdi. Kitapların kokusu, sıcaklığı ve dostluğu beni kendime getirir. Kitaplar belki de insanoğlunun en güzel icadıydı… Kim bilir?

 Paramın azlığını ve okumak için alıp henüz okumadığım kitaplarımın çokluğunu umursamadan, kitap alırdım. Ve o gün yine bu geleneğimi devam ettirmiştim. Kitaplara bakarken bir kitap dikkatimi çekmişti. Bana öyle güzel bakıyordu ki anlatamam. Onu almıştım. Hayatıma bir yön vermek istiyordum ve işaretleri dikkate almam gerekiyordu. Bu kitabın adı ilgimi çekmişti. Sahi “İnsan ne ile yaşar ?” bu zamana kadar birçok kere ne için yaşadığımı sormuştum. Sanırım ne ile yaşadığımı hiç sormadım. (Merak edip arkadaşıma sorduğumda “Ekmekle kanka” demişti. Yorum yok…) 😅

Çok uzattım… Kısaca anlatayım en iyisi.

Sabahleyin erken saatte kalktım, penceremi açıp dışarıdaki kuş cıvıltılarını dinliyordum. Güneş öylesine güzel ısıtmıştı ki içimi, annesinin bağrında o eşsiz huzuru yaşayan küçük bir bebek gibiydim. Kahvaltı yapmadan bir an önce çıkmalıydım. Üstümü başımı giyindim. Ajandamı ve okumak için seçtiğim kitabımı çantama koyup, kendimi sokağa attım. Sek sek oynamak için kireç taşı arayan çocuğun heyecanıyla aşındırıyordum sokakları.

Kahvaltı yapmak için her zaman gittiğim pasta hanenin yolunu tutmuştum. Sıcacık poğaça ve simit kokusu, birbirinden sanatlı pastalar ve en sevdiğim sütlaçlar… Yüzümde tebessüm oluşturdu. Burayı çok seviyorum. Sessizliğin ve samimiyetin her rengini taşıyordu. Poğaçalarımı yedim. Çayımı içerken çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım.

Kitaba öyle dalmıştım ki… İki saatte sadece bir çay ve iki poğaçayla duruyordum. Çalışanların bana ara sıra bakışlarını fark ettim. Psikolojik olarak kendi kendime “ Ya kalk ya da bir şeyler ye” dememe sebep olmuştu. 😅

 Sonra kalktım, camekân tezgâha işaret parmağımı uzatıp “Şu çok yanmış olan sütlacı alabilir miyim? Diye sordum. Sütlaç istediğim soğuklukta değildi. Yarım saat daha dolapta soğumasını, bekleyebileceğimi söyledim. Bu sırada kitabımı bitirebilirdim.


____________________________________________________________________________________________________________________________
Simon gözlerini açtığında barakası eskisi gibiydi.

SON

Kitabı bitirdim ve düşüncelere daldım... Ayten ablanın sütlaç kâsesini önüme koyup “Afiyet olsun” demesiyle kendime geldim. Büyük bir iştahla kaşığı alıp, sütlaç kâsesine daldırdım. Tam yemek üzereyken bulunduğum masanın dibindeki cama birisi vurdu.“Tık, tık, tık”.

 Ağzım açık kaldı, kaşığımı sütlaç kâsesine geri koyup, dışarıya baktım. Beyaz ve uzun sakallı yaşlıca bir adam, kaşları çatık bana bakıyordu. Üstünde dizlerine kadar inen siyah bir paltosu vardı. İlginç bir şapkası ve sırtında bezden yapılmış çuval modelinde bir çanta vardı. Gözlerimin içine öylesine bakıyordu ki sanırsın kırk yıllık evliyiz. 😂

Sağ elinin işaret parmağıyla az önce bitirdiğim kitabı işaret etti. “Allah Allah dayı deli midir? Derdin nedir?” diye söyleniyordum. En iyisi boş vereyim sütlacımı yiyeyim, dedim. Tam bir kaşık aldım yine “Tık, tık, tık” Tövbe ya rabbim. 

Galiba karnı aç, bir çay poğaça söylemek istedim. Elimle içeri gelmesi için işaret ettim. Pasta haneye girdi ve bulunduğum masaya oturdu. Elimi uzatıp selamlaşmaya çalıştığımda elimi kasten sıktığını sandım. Yaşlıydı fakat bir delikanlı gibi eli vardı. Yaklaşık beş dakika konuştum, ağzından çıt çıkmadı. Bir kitaba bakıyor birde gözlerime bakıyordu. İnsan sevgilisine bu kadar bakmazdı, ufaktan korkmaya başladım. Telefon çalıyor numarasıyla kalkayım dedim, hesabı öder kaçardım. 😀  

Tam masadan kalktım bileğimden kuvvetlice tuttu. Oturmamı istercesine elini uzatıp çekti. Sandalyeme geri oturdum. Kitabı işaret edip “Ver” dedi. Meğer bizim ihtiyar delikanlı konuşuyormuş. Kitabı uzattım. Sayfaları epey karıştırdıktan sonra yumuşak bir tebessümle yüzüme baktı. Bir yandan da güzel temiz bir yüzü olduğunu fark etmiştim. Eski zamanlardaki dervişlerin tasviri canlanmıştı gözlerimde.

-Bitirdim istersen okuyabilirsin, dedim. Gülümseyerek sakalını ovuşturduktan sonra;

-Biliyorum zaten onun için buradayım. Simon bir kaşık getirir misin? dedi.

Aha! yine deliye çatmıştık arkadaş, Kırk yıllık Pastacı Rıza Ustayı “Simon” yaptı ya ne diyeceğimi bilemedim?

Uzaktan yabancısı olduğum bir ses;

-Tamam efendim, dedi.

Kafamı Rıza abinin her zaman durduğu yere çevirdim. Sarışın, yüzü hafif çilli bir adam elinde kaşıkla geliyordu. Allah Allah neler oluyor anlamadım gitti. Simon dediği adamdan kaşığı alıp, sütlacımdan bir iki kaşık aldı. Nasıl gözüm kaldıysa yarısını sakalına döktü. Sinirlerim bozulmuştu. Gür bir sesle;

-Rıza abi, Rıza abiiiii diye bağırdım.

Yaşlı adamın “Simon” dediği sarışın adamın  “Buyurun efendim”  demesi beni sinir etmişti. Bu kez “Ayten ablaaa!” diye seslendim. Bir abla vardı fakat isminin “Matriyano” olduğunu ve nasıl yardımcı olabileceğini sordu. Bir anda tüm bu olanların bir kamera şakası olduğunu düşündüm. Sonra bulunduğum pasta haneyi incelediğimde şok olmuştum. Nereye bakarsam orası yapboz parçaları gibi küçük küçük değişiyordu. Ve bir anda pasta hanede değil de eski bir mekânda buldum kendimi. Bunlar bir rüya olsa gerek…

Birden kafama dank etti. “Simon” ve “Matriyano” tabi ya nasıl akıl edemedim? Az önce okuduğum kitaptaki karı koca…

Hemen kitabı yaşlı adamın önünden aldım. Kitabın ilk sayfasını açtım. Orada yazarın fotoğrafı ile hayatı hakkında kısa bir yazı vardı. Fotoğrafa baktım ve… “Aman Allahım bu o, evet bu kesinlikle o!” Bu nasıl olur? Karşımda Lev Nikolayeviç Tolstoy oturuyordu. Ve ben sütlacımı yediği için ona kızıyordum. Kitabı kaldırıp yüzüne yakın mesafede tuttum. Şaşkınlığıma bıyık altı gülüyordu. Hemen özür diledim, heyecandan ne yapacağımı bilemedim...

 Önce elini öpmeye çalıştım sonra sımsıkı sarıldım. Şok halimi atlatıp, derin bir nefes aldıktan sonra ona soru sormak istedim. Fakat nasıl hitap etmeliyim diye düşünmedim de değil. “Tolstoy Dayı” desem, beğenmedim Ramiz Dayı gibi ne o… “Lev Nikolayeviç Tolstoy” çok uzun nefes yetmez kurban olduğum. Buldum! Dünyanın ve Rusya’nın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan bu adama direk Tolstoy diyeyim. (Tolstoy diyeceğim zaten adı bu, ne dememi bekliyorsun?) 🙈

-Tolstoy benden ne istiyorsun öğrenebilir miyim? Ya da neden geldin? Kitabının korsan olduğunu falan düşünüyorsan değil, çünkü bende korsana karşıyım. Bu arada bir imza atarsın artık. Sakalına kurban, kırma beni. Geçen bizim Sahaf Refik abiyle, senin ve Hugo’nun gıybetini ediyoruz. Tutmuş senin için yok efend...(.)

Daha sözüm bitmemişti ki sözümü kesti. Eliyle “Tamam gevezelik yapma” der gibi avuç içi masaya bakacak şekilde hafifçe aşağı yukarı salladı.


-Tamam, tamam… Beni dinle genç adam! Eğer sana yardım etmem gerektiği söylenmeseydi buraya gelmezdim. Çünkü sen çok ge…, demesine fırsat vermeden araya girdim;

-Seni kim gönderdi? Neden gelmezdin? Neden ben?

Tolstoy sözünün kesilmesine kızmış belli ki cümlesini tekrarladı.

-Çünkü sen çok gevezesin, dedi.

İlk başta alındım, sonra gülmeye başladım. Az önce neredeyse Tolstoy’a trip atacaktım. Ciddi durmaya çalıştıkça gülesim geliyordu. Tolstoy’un bakışları sertleşti. Neden gülüyorsun? Diye sorsa verecek bir cevabım yoktu.


Tolstoy;

-Genç adam, arayış içerisinde olduğunu ve birkaç konuda yardımım gerektiğini duydum. Ve bu yüzden seninle konuşmaya geldim. Kafandaki bir yığın sorudan sadece bir kaçına cevap verebilirim.

Olayın ciddiyetini anlamıştım. Bu mükemmel bir fırsattı, düşünsene! Tolstoy gelmiş ve onunla fikir alış verişi yapıyorsun.

-Tolstoy bu anın bitmesinden korkuyorum. Sana soracağım bir çok sorum var? (Hayatımda hiç Tolstoy’a ne sorarım diye düşünmemiştim. Peki sen düşünmüş müydün?) 

-Evet seni dinliyorum evlat, dedi. Tolstoy’un bana evlat demesi çok hoşuma gitmişti. Baba adamdı Tolstoy. 😊

-İnsan ne ile yaşar? Diye sordum. (Masada duran kitaptan başka hiç bir şey yoktu aklımda ne yapayım?)

Tolstoy sağ eliyle sakallarını sıvazlayarak düşünüyordu. Yaklaşık bir dakika “hımm, hımm” diye sesler çıkarıp, başını sağa sola hafif hareket ettiriyordu. Ve sonunda konuşmaya başladı;

-İnsan ne ile yaşar? Sorusunun cevabı, insanın kendine “Ne için yaşıyorum?” sorusunu sormasıyla, içten içe cevap buluyor. Şöyle ki insan bu dünyaya iyilik yapmak ve birbirini sevmek için gelmiştir. Ben iki yaşımda annemi, dokuz yaşımda ise babamı kaybettim. Anne baba sevgisi en büyük sevgilerdir ve ben bunlardan mahrum kalmıştım. Birisi beni anne ve babamdan daha çok düşünüyordu. Bana halalarımı göndermişti ve bana onlar bakmıştı. Bu sorunun cevabı uzun fakat ben elimden geldiğince kısa anlatacağım. Biliyorum ki insanlar sadece kendilerini düşünerek var kalıyor gibi görünseler de aslında onlara hayat veren tek şey sevgidir. Geceleri kafamı yastığa koyduğum zaman, bana kötülük yapan insanları düşünecek kadar uzun bir hayatımın olmadığını genç yaşta öğrendim. “Seven Allah’a; Allah sevene yaklaşır. Sevgiyi var eden odur çünkü.” Sevmek evlat sevmek… Sevmek, o kadar güçlü bir zırhtır ki. Hiçbir mermi onu delemez. Sevmek, bir yavru kedinin ip yumağıyla oyunlar oynamasıdır. Sevmek, elindeki bir parça ekmeği ikiye bölüp birisiyle paylaşmaktır. Sevmek, sabahleyin kalktığında kuşların cıvıltısını dinlemektir. Sevmek, elindekinin kıymetini bilmek ve elinde olmayan şeyler için üzülmemektir. Sevmek, şükretmektir. Sevmek, anne baba olabilmektir. Ve sana daha da önemlisini söyleyeyim mi? Evlat…

Tolstoy öyle akıcı konuşuyordu ki… Adeta büyülenmiştim. Bu anlattıklarından daha önemli ne olabilirdi? Uzun süre konuşmadığım için boğazım kurumuştu. “Ihım,ıhım” boğazımı temizledikten sonra;

-Evet, lütfen çok merak ediyorum, diyebilmiştim. Tolstoy gülümseyerek konuşmasına devam etti.

-İnsan her şeye önce kendini sevmekle başlar. Seksen iki senelik ömrümde birçok hatalarım ve pişmanlıklarım oldu. İnsan yaşadığı sürece umut vardı. Bunu bana en sevdiğim kitap fısıldadı. Defterime “Hayat Kuralları” diye adlandırdığım yazılarım vardı. Hayatın ilk kuralı kendini affetmek ve başkalarını affetmekti. Çünkü kendini affeden, başkalarını affedebiliyordu ve gerçek sevgiyi buluyordu. Yalnızda kalsa kendini sevebiliyordu. Biliyorum evlat bu oldukça zor unutma ki…” En güçlü savaşçı sabır ve zamandır”.

Tolstoy sustu ve bana bakıyordu. Adeta büyülenmiştim ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Sonra onun en sevdiğim diye nitelendirdiği kitabı merak ettim. Heyecanlı bir şekilde;

-Tolstoy! az önce insanların yaşadığı sürece hep bir umudunun olduğundan bahsettin. Ve bunu sana bir kitap fısıldamış. Acaba bu kitabın adını öğrenebilir miyim?

Tolstoy’u ilk defa bu kadar neşeli görüyordum. Belli ki bu soruyu sormama çok sevinmişti. Suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet’in heyecanı vardı Tolstoy’da…


-Kalk gidiyoruz, dedi. Nereye? Olduğunu soramadan çantalarımızı takmıştık. Simon ve Matriyano’ya iyi günler dileklerinde bulunup oradan dışarı çıktık.


Çıktık çıkmasına da her sokak bana yabancı geliyordu. Tolstoy’la Moskova’nın sokaklarında geziyor olduğumu fark etmiştim. Yabancı olan sokaklar değil benmişim. Tolstoy’a merak ettiğim özel bir soruyu sordum ve cevapladı. Eğer bir gün anlatmama izin verirse sana da anlatırım. Tolstoy’un “İşte geldik” demesiyle nereye geldiğimizi bilmeden sevinmiştim. Epey yürütmüştü beni. Geldiğimiz yer Tolstoy’un  ‘Khamovniki’ bölgesinde bulunan eviydi. Evin uzaktan hoş ve mütevazı bir görünümü vardı.

Eve yaklaşırken, aniden kar yağmaya başladı. Eee, tabi Burası Rusya… Kar tanesi yerine, kartoplarının yağdığı soğuk memleket. Tolstoy’la hızlı adımlarla evin önüne geldik. Cebinden büyükçe bir anahtar çıkarıp kapıyı açtı. 
“Ayakkabılarımı çıkarmamı ve etraftaki eşyalara fazla dokunmamamı söyledi”. Neden? Diye sorduğumda; “İlerde burası müze olabilir” demişti. İlginç gelmişti, kim düşünürdü ki böyle bir şeyi, “Öldükten sonra müze olsa neye yarar?” düşüncesi daha ağır basıyordu sanırım. Tolstoy, bunun işaretlere inanan insanlara ilham olacağını dile getirdi. 

-Beni takip et evlat çok oyalanma…

O kadar hızlı yürüyordu ki etrafımda gördüklerimi çok az hatırlıyorum. Bir sehpa örtüsü dikkatimi çekmişti. Siyah ve üzerinde elliden fazla imza vardı. Her biri farklı renk iple işlenmiş imzalar. Mobilyalar, sallanan sandalye, sayısını bilmediğim kadar duvar sobası ve bir dünya resim tablosu vardı. Daha önce hiç görmediğim müzik enstrümanları mevcuttu. Kızları ressam, oğulları ise müzisyen olmalıydı. Birçok oda vardı. Tolstoy çok kalabalık bir aileye sahipti . Yanılmıyorsam on üç çocuğu vardı ve beşini erken yaşta kaybetmişti. Evin küçük bir odasında ağırlık görmüştüm. Tolstoy’un dambıllarla spor yaptığını tahayyül edemiyordum. (Elimi nasıl sıktığını anlamıştım şimdi 😅)…Evin her yerinde Tolstoy’un sesi yankılandı bana biraz kızmış olsa gerek;

-Evlat sana dediğimi duymuyor musun? Buraya gel asıl aradığımız burada…

Asıl aradığımız neydi onu bilmiyordum fakat bir solukta yanına varmıştım. Burası Tolstoy’un çalışma odasıydı. Deri koltuklar, eski büyük bir masa, bacakları uzun yuvarlak sehpalar ve antika eserleri andıran birçok eşya vardı. Masanın üzerinde iki şamdan, şamdanlarda biri kısa, diğeri iki kat daha uzun mum vardı. Kalemler, kâğıtlar ve birde yuvarlak çerçeveli bir gözlük dikkatimi çekmişti. Tolstoy bütün perdeleri aralayıp camları sonuna kadar açtı. Gülümseyerek karşıdan bana doğru geldi ve eliyle omzumu hafifçe sıktı. Diğer elinde çantasını hala taşıdığını fark ettim. Neden? Bir yere koymuyordu merak etmiştim. Tam sormak için içimden geçirirken. Tolstoy;

-Bir sorunun cevabını bulmadan ötekine geçme. Sana insanın iyilik yapmasının ve sevmesinin öneminden bahsetmiştim. Daha da önemlisi insanın kendini sevmesi olduğunu söylemiştim. Affetmeye kendinden başlamalı ve her zaman bir umut olduğunu söylemiştim. Şimdi sana en önemlisini söyleyeceğim…

Tolstoy yine bir süre susmuştu. Odanın ortasında ayakta karşılıklı dikiliyorduk. 

Tolstoy sessizliği bozup;

-İnsanın ne ile yaşayabileceğini artık biliyorsun. İnsanın ne olmadan yaşayamadığından bahsetmedim. En önemli soruda bu ne olmazsa yaşayamayız? “İnsan anne ve babasız yaşayabilir, fakat Allah olmadan yaşayamaz.” Onu bir insanı sever gibi sevemezsin tabi ki. Ona olan sevgi, sevgilerin en güzelidir. Sana bir şey itiraf etmeliyim ki… “Ne istediğimi kendimde bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama yine de hayattan bir şeyler bekliyordum.” Ve bu arayışlarım beni bir kitapla tanıştırdı. Kitap ise hayatıma yeni bir başlangıç sağladı.
Sustu, göz pınarlarında biriken yaşlar, taşıp yanaklarını ve sakallarını ıslatmıştı. Ne olduğunu anlamıyordum. Onun ağlaması beni de hüzünlendirmişti. Elini arkamda bulunan yere doğru işaret etti…

Daha önce dikkatimi hiç çekmeyen bir kitaplık gördüm. Çok ilginç bir kitaplıktı. Tam yedi rafı vardı. Aşağıdan yukarı ilk dört raf Tolstoy’un sevdiği yazarların kitaplarıydı sanırım. Daha sonra üstten ikinci ve üçüncü rafta Tolstoy’un eserleri vardı. Yanılmıyorsam bunlar ; “Savaş ve Barış, Anna Karenina, İvan İlyiç’in Ölümü, İnsan ne ile yaşar, Hz. Muhammed, İtiraflarım, Hacı Murat, Çocukluğum, Diriliş" ve ismini tam hatırlayamadığım eserler mevcuttu.


En üst rafta ise siyah büyükçe bir kitap vardı. Gözyaşlarını silip, kitaba doğru yöneldi. Büyük bir şaşkınlıkla onu izliyordum. Daha da ilginç gelen hadise onun ilk defa çantasını yere koyması oldu. Çantaya göz ucuyla bakmaya çalıştım. Ağzı kapalıydı. Tolstoy ağlamaklı sesini bastırmak istercesine gür bir sesle kitabı okumaya başladı.

-Benim Sahibim, Kitabı indiren Allah’tır. O, hayır ve barışı seven kulları korur. (Araf-196)

De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Zümer Suresi)

Zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var!

Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! (İnşirah-5,6)

O an öylesine huzurluydum ki… Hiçbir hayal bu gerçek kadar güzel olamazdı. Tolstoy Kuran’ı Kerim’den ayetler okumuştu. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Kitabı kapattı, dudaklarına getirip öptü ve yerine koydu. Yine göz gözeydik;

-Gelelim senin merak ettiğin soruna evlat, dedi.

 O an sorumun ne olduğunu dahi hatırlamıyordum. Sonra Tolstoy’un çantasına yönelmesiyle hatırlamıştım. Ne vardı? Bu bez çantada sormaya çekindim fakat Tolstoy beni anlamıştı.  Tolstoy arkasında durmamı söyleyerek, çantayı eline aldı ve ağzındaki ipleri çözdü.

Tolstoy çuvala benzeyen çantasını açtı. Sonra çantanın altından tutup baş aşağı gelecek şekilde silkeledi. Tolstoy, oyuncaklarını bez çuvalından çıkarmak için silkeleyen bir çocuk gibiydi. Çantadan değişik sesler geliyordu. Bana baktı ve “korkma” der gibi iki gözünü kısa süreli açıp kapadı.

Çantadan pamuğu kıskandıracak beyazlıkta güvercinler çıktı. Aynı zamanda kömürden daha kara kuzgunlar da vardı. Beyaz güvercinlerin sayısı, kuzgunların neredeyse on katı kadardı. Beyaz güvercinler odanın geniş olan penceresinden uçup gitmişlerdi. Kuzgunlar ise diğer pencereden çıkmıştı. Kar yağmasına rağmen camların açık olması odanın sıcaklığını hiç etkilemiyordu. 

Tolstoy çantasını bir kez daha silkeledi. Bu kez içinden bini aşkın arı ve bir sürü bal peteği çıktı. Bir yanda da on iki tane siyah uzun kuyruklu fare, odanın duvarını delip gözden kayboldu. Arılarda odanın bir köşesine çekilmiş petek yapıyorlardı.

 Neler oluyordu? Anlamıyordum… Tolstoy’a durmasını söylemek istiyordum. Hem korkuyordum hem de merak ediyordum. Bu iki çılgın dürtü beni kalpten götürecekti.Kalbim adeta bir yarış atına rakip olabilecek kadar hızlıydı.


 Çantasını bir kez daha silkeledi. Bu kez içinden şişman mı şişman bir akbaba çıktı. Sanki tek başına bir dinozorun leşini yemişti. Uçamıyordu ve bize doğru bakıp önüne döndü. Uçmak istercesine ağır adımlarla pencerenin dibine geldi. Üçüncü sıçrayışında pencerenin pervazına anca çıkabilmişti. Öne doğru uzanıp kanatlarını açtı ve uçmak için kendini boşluğa bıraktı. Ne olduğunu anlamak için Tolstoy’a baktığımda,  gülümsediğini gördüm. Tolstoy’un bu hali beni nedense rahatlatmıştı.

“Pat” diye bir ses geldi… Koşup pencereden aşağı baktım ve akbabanın uçamadan yere çakıldığını gördüm. Akbaba biraz çırpındıktan sonra orada son nefesini verdi. Tolstoy’a bir kez daha baktım. Kendinden emin duruşu beni cesaretlendirmişti.

Sakallarının arasından minik bir serçe çıkardı. Serçenin başını okşayıp öptü. Serçe odada iki tur attıktan sonra tekrar Tolstoy’un çenesine kondu. Serçe, Tolstoy’un sütlaç yerken sakalına döktüğü pirinç tanelerini yemişti. Daha sonra serçe, Tolstoy’un masasına uçup orada duran saatin üstüne kondu. Nelerin olduğunu bilmek istiyordum. 

- Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bana anlatır mısın? Serçe, akbaba, arılar, fareler, kuzgunlar ve güvercinler bütün bunlarda neyin nesi?

Tolstoy gülümseyerek bana baktı, tatlı bir ses tonuyla;

-Serçe senin saatin, serçenin altındaki de benim saatim.

Açıkçası pek bir şey anlamamıştım, anlamış gibi başımı salladım. Diğer olan olayların sır perdesini aralaması için Tolstoy’un sözünü kesmek istemiyordum. Konuşmasına devam etti;

-O güzel beyaz güvercinler iyiliği ve güzelliği temsil ediyor.  Bu kimi zaman susamış bir sokak köpeğine su vermek. Kimi zaman ise arkanda iz bırakacak eserler üretmek. En önemlisi de güler bir yüz. Evlat bunu sana daha uzun açıklayabilirdim. Fakat saatin çalmadan diğer gördüklerini anlatmalıyım.
 Gözlerini masadaki saate çevirdi. Fakat saatin demesinden bir şey anlamamıştım. Bu onun saatiydi. Konuşmasına devam etti;

-Kuzgun ise kötülüğü ve çirkin işleri temsil ediyor. Bu kimi zaman birinin hakkını yemek, kimi zaman boş vakitleri değerlendirmemek. En kötüsü de kin ve intikamla yaşamak. Sevgisiz bir ruhla insanlara olumsuzluk yaymak.

Arılara gelecek olursak, onlar iyi eş ve dostları temsil ediyor. Hayatta sana destek olacak bir eşin varsa düzgün ve temiz bir yuvan olur. Aynı şekilde iyi arkadaşların olursa, birbirinizi daima ileriye taşıma adına, inşa edersiniz. Baldan tatlı muhabbetin olsun istiyorsan arı gibi eşin dostun olmalı.
Son dediği söz komiğime gitmişti. Onunda komiğine gitmiş olacak ki birbirimize bakıp gülümsedik. 😊

Farelere gelecek olursak, onlarda kötü arkadaşı temsil ediliyor. Eğer ki arkadaşını iyi seçemezsen her zaman uykudayken seni kemiren birileri olur. Bu benim hayatımda da oldu. Hatta benim için bunalıma girdiğimi söylerler sen inanma onlara. Ben aslında aradığımı bulmuştum. Bulmak istiyorsan arayacaksın. Mutlulukta böyle eğer mutlu olmak istiyorsan. Mutlu olmak için harekete geçen bir ruhun olmalı. Bende ölmeden önce hareket halindeydim. Ölüm meleğine Astapovo tren istasyonunda ruhumu teslim ettim. Son isteğim İstanbul’a gitmekti. 😊

Ve bizim şu dinozor leşi yemiş akbabaya gelelim... 😁
Tolstoy bir yandan güldürüyor bir yandan düşündürüyordu. Akbabanın ölümüne niye sevindiğini anlayacaktım sanırım. 😅

-Akbaba emek hırsızı olan ve alın teri olmadan bir yerlere gelen insanları temsil ediyor. Arkasında bir iz bıraksa bile altında kendi imzası olmayan insanlardır. Sahte yaşamış, iki yüzlü insanlar. Bazen iyi görünmek için iyilik yapan ve samimiyetsiz olan insanları temsil ediyor. Yaptığın iyilikler akbabanın karnını şişirir ve onu patlatır. Patlamasa bile uçmasını da konmasını da unutturur. Ve uçamadan konar. 🙈🙉🙊

Tolstoy’a büyük bir hayranlıkla bakıyordum. Konuşmasına devam ediyordu.

-Bu bez çanta benim bu dünyadaki bedenimdi. Çantanın içindekiler ise ruhum. Ve önemli olan çantanın güzelliği değil içinde hangi cevherleri taşıdığıdır.


Tolstoy’dan değişik sesler geliyordu. Gözlerimi alacak parlaklıkta renkler çıkarıyordu. Odada adeta şimşekler çakıyordu. Tolstoy bir kuşa dönüşmüştü. Daha ne kadar şaşırabilirim diye düşünürken buda olmuştu. Hayatımda ilk defa bu kadar güzel bir kuş görüyordum. Kanatları olabildiğince uzun, tüyleri gök kuşağını kıskandıracak kadar renkli ve görkemliydi. Korku ve heyecan yüklü bir sesle bağırdım;

-Bu da ne şimdi Tolstoy? (Bir kuşa Tolstoy diyordum, kafayı mı yiyordum) 

Kuşa dönüşen Tolstoy’un gülümsediği gagasından belliydi. 😂

-Ben bir Anka kuşuyum ve her Anka’nın yeri Kaf Dağıdır... Camdan ışık hızıyla geçer gibi süzülüp gitti…


____________________________________________________________________________________________________________________________


“Pat” ile “Tık” birbirine karışıp bir ses çıkardı. Ses camdan geliyordu. Baktığımda küçük bir serçe, kendini oturduğum masanın dibindeki cama çarpmıştı. Kimse fark etmemişti. Sonra Ayten abla sütlacımı önüme koyup “Afiyet olsun” dedi. Her şey ilk andaki gibiydi, saatimin çalma zamanı gelmişti. Kitabımın arka sayfasını çevirdiğimde son bir not fark ettim.

“Şunu sakın unutmayın: Önemli olan tek bir an vardır, o da şimdidir. En önemli an şu andır çünkü bir tek ona sözümüz geçer. İnsana en gerekli olan kişi şu an yanında olan kişidir. Çünkü hiç kimse günün birinde bir başkasına işinin düşüp düşmeyeceğini bilemez. Ve de insan için en önemli uğraş o an yanında olan kişiye iyilik yapmaktır. Zira bu, insanın yeryüzüne gönderiliş gayesidir.”

Lev Nikolayeviç Tolstoy


SON