21 Nisan 2017 Cuma

BİR HİKÂYE DELİSİNDEN: "BİR DELİ HİKÂYESİ"

Nisan ayının güzel bir günü, güneş tüm güzelliğiyle canlı âleminin yüzüne buseler konduruyordu. Öyle ki gördüğüm herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. Serçelerin ve kargaların sesi, yurdun yanında akan suyun şırıltıları... Muazzam bir doğa orkestrasıydı. Bugün yurdumuzun karşısındaki mezarlık bile sanki bana gülümsüyordu. Her bir mezar taşı, dağın gülümseyen dişleriydi. Dağın fısıltısını bir tek ben mi duydum acaba, bilmiyorum…  (“Günaydın genç adam!” 😊)

 Dersler, sınavlar derken gerçek manada hayattan ve dostlarımın muhabbetinden ayrı düşmüştüm. Bir hafta önce konuştuğumuz üzere misafirliğe gidecektim. Bu arada her ay bloğuma en azından bir yazı yazmak istiyordum. Fikirlerini almak ve bu konuda desteklerini görmek beni mutlu ediyordu…

Safranbolu’ya vardığımda güzel bir tabloyla karşılaşmıştım. Meydandaki güvercinler, onlara yem veren güzel insanlar ve ürkek adımlarla güvercinlerin peşinden giden minikler. Bisiklete binen çocuklar, top oynayan delikanlılar ve genç kızlar. Bankta şakalaşan yaşlı amcalar. Hepsi çok güzeller. Gördüğüm bu tablonun mutluluk olduğunu fark etmiştim. Tablonun sağ alt köşesinde “Tebessümün” imzası vardı. Anladım ki mutluluk bulaşıcıydı, bazen bir tebessüm yetebiliyor. Mutsuzluk da öyle tabi…

Dostlarımın evine vardığımda güzel bir tebessümle karşılandım. Hal hatır faslından sonra, klasik balkon sohbetlerimize geçmiştik. Öyle zevkliydi ki sohbetlerimiz, zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorduk. Bu durumu genelde tek bir kelimeyle açıklıyorduk. O da izafiyet oluyordu. 🌝

Çayıma limonu fazla sıktığımdan dolayı rengi ıhlamuru andırıyordu. Aklıma eski bir anım gelmişti. Çaylarımızdan birer yudum aldıktan sonra kendi kendime gülümsedim. Dostlarımın dikkatini çekmiş olmalı ki… Ağız birliği yaparcasına;

-Hayır ola neye gülüyorsun? diye sordular. Çayımın içinden limonun çekirdeklerini çıkardıktan sonra;

-Ben size Ziya’nın çayını anlatmış mıydım? diye sordum.

Bu sorunun karşısında sessiz kalıp, “hayır” dercesine başlarını hafif sağa sola çevirdiler. Anlatmadığımı fark etmiştim. Bende sessiz kalıp merak etmelerini bekliyordum. Anlatacaklarım benim için önemliydi. Bu yüzden meraklanmalarını istiyordum. Biliyorum ki anlatacağımın layıkıyla dinlenmesi için merak uyandırması ve heyecan vermesi önemliydi. Bir süre sessizlikten sonra;

- Ee anlat da bilelim Ziya’nın çayı neymiş? Demeleri hoşuma gitmişti. Sözlerimi uzatmak için, sessizliğimi uzatmadan anlatmaya başladım.
_________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________

Ziya abi yaklaşık 6 yıldır kasabamıza gelmiyordu. Ziya abinin babası Lütfü amca soranlara “Oğlum veterinerlik okuyor” diyordu. Herkes Ziya abinin uslu ve efendi oluşundan bahsediyordu. Hatta kasabadaki kadınlar çocuklarına “Ziya abin gibi akıllı uslu ol!” diye nasihatler veriyordu. Ya da çocuğun hayatında kendi olabilme özgürlüğünü elinden alıp, çocuğun potansiyelini zindana atıyordu. Kim bilir?  Tek bildiğim Pınar kasabasındaki insanların tuhaf bir yaklaşıma sahip olduğuydu… Nasihatler ve hatta övgüler bile kıyaslama yoluyla oluyordu. Çocukların gözünde Ziya Abi tam bir efsane olduğu için bu durumdan memnunlardı.

Kavurucu bir yaz günüydü. Annem başıma güneş geçer diye dışarı çıkmama izin vermemişti. Güneşe bakıp sonra elimle başımı yokluyordum. Sahi güneş başıma nasıl geçerdi? Bilmiyordum. Daha sonra evin içinde babamın sesini duymam beni şaşırtmıştı. Şaşırmamın sebebi babamın işte olacağı saatte evde olmasıydı. Annemle konuşmalarını dikkatle dinliyordum.

-Hacer, Lütfü amcayı kaybettik. Allah mekânını cennet eylesin.

Babamı ilk defa bu kadar hüzünlü ve bir o kadarda güçlü durmaya çalıştığını görüyordum. Annem elinin tersiyle gözyaşlarını siliyordu. Ne olduğunu sorduğumda babamın “Lütfü amcanı kaybettik” demesi üzerine çocuk aklımla heyecanlı bir ses tonuyla;

-Arayalım belki saklanmıştır, dedim.

 Annemle göz göze gelmiştim. Hafif gülümser gibiydi fakat kaşları biraz gergindi. Babam uzun süre düşündükten sonra;

-Lütfü amcan cennete gitti, demişti.

Bunu anlamamıştım tekrar soru sormak istedim. Hem Lütfü amca cennete gittiyse Neriman teyzeyi niye almadı? Merak ettim.

-Cennete gitmemiş olabilir, dedim.

 Annem bu sefer gerçekten gülümsedi. Babam ise ağzı açık şaşkın bir ifadeyle bana bakıyordu. Sonra her ikisi de çizgi filmimdeki kötü karakterler gibi bana baktı. Epey korkmuştum ve soru sormamam gerektiğini anlamıştım. Lütfü amca saklanmış bir yerde uyuya kalmıştır ya da cennete gitmek istemiyordur. İnanın bu büyükleri anlamak çok zor. Hem ben nereden bileyim adamın ölmüş olduğunu. 😀

(7 Gün Sonra)

Komşularla beraber Lütfü amcaların evinin yolunu tutmuştuk. Bugün Lütfü amcanın eşi Neriman teyze Kur’an okutuyormuş. Neden olduğunu o zamanlarda anlamıyordum. Ziya abiyi ilk kez görüyordum. Annesine ara sıra sarılıp güç kuvvet oluyordu. Bende duygulanmıştım neredeyse ağlayacak gibi olmuştum. Herkesin enerjisi bana geçiyordu. Sonra Kepçe Cemil abinin sesi beni bu duygudan uzaklaştırdı;

-Ziya ne yaptın? Yeğenim. Okuyup baytarda oldun artık kasabamıza bir faydan olur.

Ardından dalga geçer gibi sırıtışı odadakilerinde samimiyetsiz gülüşlerini destekler cinstendi. Ziya abi metanetini kaybetmiyor ve birkaç laf ettikten sonra sessizce oturuyordu.

Kepçe Cemil’in yanında bulunan Bakkal Akif lafa karışmıştı.

-Ziya evlilik ne zaman? İşin gücün var, Allah rahmet eylesin Lütfü emmimde sana elinden geleni yaptı. Ev köyde de sıkıntı yok.

Bu konuların konuşulmasından rahatsız olan bir yüz ifadesiyle Ziya abi;

-Akif abi… Bunları istersen daha sonr(a)….

Henüz Ziya abi’nin sözü bitmemişti ki sözüne söz katan Bakkal Akif’i anlamıyordum.

-Bak Ziyacığım dobra dobra söyleyim sana… Babanı hepimiz çok severiz, eğer düşündüğün ettiğin biri yoksa sana benim hanımın kardeşinin kızını alırız.

Odada bir sessizlik hâkim olmuştu. Birini tarif ederken hiç bu kadar uzun cümle kullanmamıştım. “Hanımın kardeşinin kızını”… Gözlerim Kepçe Cemil ile Bakkal Akif’e takılmıştı. İkisi de sarı sarı sırıtıyorlardı. Yumurtanın sarısını kıskandıran sarı dişleri komiğime gitmişti. Ziya abi sinirlenmiş gibi burnundan nefes alıp veriyordu. Tam söze başlayacakken bu seferde Kasap Şevket ince sesiyle;

-Okumuştur şimdi o bizim gösterdiklerimizi de beğenmez. Okuyana bir şeyler oluyor laf da yetişmez bunlara. Nerde o eski Ziya?

Ziya abi büyük bir şaşkınlık ve kızgınlıkla;

-Siz sabahtan beri ne diyorsu… Ziya abi sinirden turp gibi kızarmıştı. Emekli Cevdet Öğretmen dayanamayıp söze karıştı;

-Çocuğun size ne dediği var? Sabahtan beri cenaze evinde olmayacak sohbetleri ediyorsunuz. Ağzını açıp size bir şey dedi mi? Ayıptır…

Cevdet Öğretmeni, Fırıncı Faruk Usta ve babamda destekliyordu.

Sohbet muhabbet derken cenaze evinden ziyade kahvehane ortamı gibi olmuştu. Neler konuşulmadı ki.. Spor, siyaset, emlak ve Lütfü amcanın serveti. Ve sonunda herkes evlerine dağılmaya başladı. Misafirlerle beraber bizde çıkıyorduk. Bir ara fırsat bulup Ziya abinin boynuna atladım, sımsıkı sarıldım. O da şaşırdı sanki kardeşiymişim gibi başımı okşayıp öptü. Bir ara dikkatimi Bakkal Akif çekmişti. Ziya abiye “O işi düşün” deyip göz kırptı. Ziya abi tövbe ya rabbim der gibi kafasını öteye çevirdi.

Aradan üç ay geçmişti. Ziya abi Pınar kasabasına yerleşmişti. Annesiyle beraber yaşıyorlardı. Ziya abi kasabanın en uğrak köşesinde bir dükkan satın almıştı. Herkesin merak ettiği bu dükkanı neden satın aldığıydı? Herkes Kahveci Hasan’ın kahvehanesinde toplanmış bu hadiseyi konuşuyorlardı.

Kasap Şevket;

-Cemil, Ziya dükkânı niye satın aldı? Sen bilirsin.

Cemilin bir olayı herkesten önce bilmesi onun için gurur kaynağıydı. Çocukken ona neden Kepçe Cemil dediklerini bilmiyordum. Sonradan öğrendim ki. Kulağı büyük olduğu için değil, her şeyden haberi olduğu içinmiş. Kepçe Cemil kasıntılı bir şekilde;

-Hayvan hastanesi açacakmış... Dedim “iş yapmaz buralarda açma dükkânı” beni dinlemedi. Baytar oldu havasından geçilmez artık.

Kasap Şevket kadınları kıskandıracak ince sesiyle;

-Allahtan Ormancı olmamış Şerif gibi gezerdi şuralarda.

Açıkçası neden böyle davrandıklarını anlamıyordum. Daha düne kadar herkes Ziya abiyi över, çocuklarına örnek gösterirdi bugün ne değişti?

Bakkal Akif de çayından bir yudum alıp dalga geçer bir ses tonuyla;

-Damada laf yok! Ona bizim hanımın kardeşinin kızını alacağız, dedi.

Aradan iki ay daha geçmişti ve Ziya abi kasabaya iyice alışmıştı.Bu arada Ziya abinin açtığı “klinik ve pet shop” beklenilenin aksine yoğun ilgi görüyordu. Babam, Faruk Usta, Cevdet Öğretmen ve rahmetli Lütfü amca her Cuma akşamı Hasan ağabeyin kahvehanesinde çay eşliğinde sohbet ederlerdi. Lütfü amca vefat ettikten sonra hiç bir araya gelip güzelce sohbet edememişlerdi.

Bir gün bu sohbete Ziya abiyi de içlerine alarak devam ettirmeye başladılar. Yan masada ise Kepçe Cemil, Bakkal Akif, Kasap Şevket ve Berber Hayri vardı. Cemil abinin gözleri oynadıkları kağıtta fakat kulaklarını Ziya abilerin bulunduğu masaya bırakmıştı. Uzun sohbetlerin ardından Ziya abi bir ara;

-Allah nasip ederse Nisanda nişanlanacağız, dedi. Kulakları hırsızın sesini duyan bir kurt köpeği gibi dikelen Kepçe Cemil heyecanla Akif’in kulağına fısıldamaya başladı;

-Duydun mu? Senin damat başkasıyla evlenecekmiş. Nişanı varmış Nisanda. Gidiyor senin arsalar…

Bakkal Akif önce aldırmadı sonra nedeni bilinmedik bir şekilde kendi kendine bunu gurur meselesi yaptı. Daha sonra masadakilerin gazına gelip yüksek bir sesle;

-Ziya Allah mutlu mesut etsin aslanım. Ben sana dobra dobra söyledim, sen bilirsin tabi zorla güzellik olmaz.

Ziya abi ilk başta ne olduğunu anlamakta güçlük çekti. Sonrasında sinirden olsa gerek gülmeye başladı.

O an düşüncelere dalmıştım… Acaba ben büyüdüğümde büyüklerim ve yaşıtlarımda bana böylemi davranacak? Ziya abi mahallenin en uslu çocuğuymuş hatta komşularına yardım ettiği kadar kendi babasına bile yardım etmemiş. Kimseyi kırmaz canı yansa da gıkı çıkmazmış. Bu yüzden akrabaları da onu çok severmiş. Lütfü amcanın vefatından sonra birkaç konuda kasabalıyla aynı fikirde olmayınca, Bakkal Akif gibilerin tabiri ile okuyup burnunun kalktığını söylemeye başlamışlar. Aslında herkes onun iyiliğini istiyormuş. Mesela o saf olduğu için dükkân açıp işletemezmiş. Lütfü amcanın servetini çarçur edermiş. Kendine uygun bir eş bulamazmış. Bunları geçen Kepçe Cemil’in karısı Tijen teyze anneme anlatırken duymuştum. Hatta merak edip soru sormaya çalışmıştım.

-Peki Tijen teyze, Ziya abi ne iş yapsın? Ziya abi neden kendine göre bir eş bulamasın? Bu arada Ziya abiye saf dedin de, saf ne demek? Geçen babamda Kepçe Cemil abi, pardon Cemil abi için saf demişti.😀


Tijen teyze buzluktan çıkmış ölü balık gibi yüzüme bakıyordu. Yüzünün kızarması sanırım sinirlendiğini gösteriyordu. Tam bir soru sormaya hazırlanıyordum ki… Annemin sağ elinin yavaşça dizinden aşağıya doğru inmeye başladığını görüyordum. Evet şimdi anlıyordum terliğini bir avcının tüfeği gibi ustalıkla kullanabiliyordu. Unuttuğu bir şey vardı. Ben yaşlı bir antilop değildim genç bir ceylan gibi oradan uzaklaştım😅. Daha sonra sesleri merdivenden aşağı inerken apartmanda yankılanıyordu. Neymiş efendim çocuklar susarmış, büyükler konuşurmuş. Ben anne ve babamı, dedelerimi ve ninelerimi dinlerken doğru düzgün görmedim. Hatta dedemler konuştuklarında, bizimkilerin izlediği dizinin sesini duymazlarsa şayet, televizyonun sesini sonuna kadar açıyorlardı. Neyse bu büyükleri anlamak gerçekten çok zor.😕

Ziya abi, Nevin adında bir ablayla nişanlanmıştı. Dört ay sonra evlenmişlerdi. Neriman teyze oğlunun mürüvvetini gördüğü için çok mutluydu. Mahalleli Nevin ablayı sevmişti. Oldukça cana yakın ve güler yüzlü biriydi bende çok sevmiştim.

Evlenmelerinin üzerinden tam beş yıl geçmişti. Bu zamana kadar neler olmuştu. Neriman teyze kız kardeşlerinin yanına taşınıp çocukluğunun geçtiği köyüne geri dönmüştü. Canı sıkıldığı zaman oğlunun ve gelininin yanına gelip, canı isteyesiye kadar kalıp köye geri dönüyordu. Bakkal Akif ve Kepçe Cemil aralarında yine hoş olmayan laflar ediyorlardı. Emekli Cevdet Öğretmen kasabamıza çok hoş ve zengin bir kütüphane açmıştı.
Bu arada bende okula başlamıştım ve yedinci sınıfa gidiyordum.

Kasabada bir takım insanların dilinde Nevin abla ile Ziya abinin neden çocukları olmadığı konuşuluyordu. Bir takım insandan kastım en yakın olduğu insanlarda bu kafilenin içindeydi. Dünya sağlık örgütü bu vebayı görse kasabayı karantinaya alırdı. TGK Bölgesi… (Toplu Gıybet Karantina Bölgesi).

İşler o kadar çığırından çıkmıştı ki… Kimisi Nevin ablanın zayıf oluşundan dolayı çocuk olmadığını söylüyordu. Kimisi ise Ziya abinin düzgün sakalı çıkmadığından hormon testini bir bakışta yapıyordu. Kızıl ve seyrek sakalı olanların çocuğu olmuyormuş. Zayıf ve beli ince kadınların çocuğu genelde olmazmış. Çok ilgincime gitmişti. Berber Hayri abinin on yıldır “Sen kel kalacaksın” dediği adamların saçlarının stresten döküldüğü geldi aklıma. Bu tarz şeyler doğru olmasa da negatif bir olumlama ile bunu zaman zaman yaşarız. İtiraf etmeliyim ki bir zamanlar bende bu duyguların esiri olmuştum. Melankolik ve karamsar düşünceden bahsediyorum . Güneş görmemiş bir adam, karanlıkta kendini güvende hissediyordu.😶

Ziya abinin açtığı “Güzel Adam Klinik ve Pet Shop” oldukça ilgi görüyor ve müşteri çekiyordu.  Ziya abi kendi sesini dinledi ve milletin dediğinin aksine güzel işler yapıyordu. Nevin ablayla birbirlerini çok seviyorlardı. Huzurlu bir mutlulukları vardı.

Bir gün bu çocuk muhabbeti Nevin ablanın da kulağına gitmiş ve bu duruma çok üzülmüştü. Ziya abinin de bu tarz konuşmalardan haberi vardı. İkisi de başkalarına sinirlenip zaman zaman birbirlerinin kalbini kırıyorlardı. Çocuklarının olmaması kendilerini eksik hissetmelerine neden oluyordu. Aslında bunu hissetmelerine neden olan insanların sürekli aynı atmosferi onlara yaşatmasıydı. Bakkal Akif’in :” Benim hanımın kardeşinin kızını alacaktı, aptallık yaptı…” demesi “yuh artık” dedirten cinstendi.

Pınar kasabasında herkes birbirinin arkasından konuşuyordu fakat herkes birbirini çok seviyordu. Bu durumu çocuk aklımla idrak edemiyordum. Hatta geçenlerde bir akraba meclisinde aynı durumu yaşamıştım. Üç farklı aile vardı ve ilk gidenin arkasından su dökermişçesine kelimeleri ulu orta döken ev sahibi bizim akrabamızdı. Aynı tavır ikinci giden aile içinde sergilenmişti. Ne yazık ki buna anne ve babamda ortak oluyordu. Aklıma şu soru gelmişti. Aklımda deli sorular derler ya hani “Sıradaki kurban biz miyiz?”, “Az önce ağzı dualı teyze benim için ne terbiyesiz çocuk yetiştirmişler diye anne ve babama kızar mı?” Bu toplum aslında onları ıslah edecek delilere hasretti. Deliler kadar samimi bir insan topluluğu tanımıyorum…

Tijen abla doktorların onca uyarısına aldırış etmeden kırk küsur yaşından sonra beşinci çocuğu için hamile kalmıştı. Nevin abla o kadar çok bunalmıştı ki dışarı dahi çıkmak istemiyordu. Tijen teyze bunu bilmiyormuşçasına karnını Nevin ablanın burnuna sokar gibi çat kapı gidip onu psikolojik olarak iyice çökertiyordu. Henüz annelik hissini yaşamamış ve bu konuda kendini iyi hissetmeyen birine anlatılabilecek en son şeyleri anlatıyordu. Dört çocuğu nasıl dünyaya getirdiğini, diş çıkarırken neler olduğu, sezaryenle normal doğumun farkı, çocuklarının nasıl doğduğunu tek tek en baştan anlatmalar aman Allah’ım, vs. vs. (Bu konularda pek bilgim yok idare edin 😂) Nevin abla nezaketen dinlemeye çalışsa da baygınlık düzeyinde halsizleşiyordu ve sinirden başına ağrılar giriyordu.


(7 Ay Sonra)

Nevin abla her sabah Ziya abiyi işe yolculamdan önce ona güzel bir kahvaltı hazırlardı. Ziya abinin dikkatini bu sabahki kahvaltı sofrası çekmişti. Her zamankinden daha özenilmiş bir kahvaltı sofrasıydı... Ziya abi gülümseyerek “Bugün özel bir gün mü?” diye sordu. Nevin abla kısık bir ses tonuyla;

-Yok bir şey canım, anne oluyorum da…

Ziya abi sofraya oturup çatalı peynire batırırken “hımm iyi” dedi. Sonra kafasını birden Nevin ablaya çevirip heyecanlı bir sesle;

-Ne dedin? Aa,… Aannemi oluyoruz,.. oluyorsun.

Ziya abi o kadar komik şaşırmıştı ki Nevin abla kendini tutamayıp utangaç bir edayla kahkaha attı. Eminim bu kahkahasını Türkan Şoray görse kıskanırdı. Ziya abinin mutluluktan dili tutulmuş ve göz bebekleri büyümüştü. “Kuyruğuna basılmış dana gibi bağırmak” tabirinin kaba kalmayacağı tek örnekti Ziya Abi. 😁😂

-Baba oluyorum, Baba oluyorummmm…

Nevin abla hem utangaç hem de çok mutluydu. Yaklaşık altı senenin sonunda çocuk sahibi olabileceklerdi. (Demek ki zayıf kadınların yada sakalı kızıl veya seyrek erkeklerin çocukları olabiliyordu.İnsanlar başkalarının hayatı üzerinden çok rahat bahis oynayabiliyorlardı.)

Ziya abi baba oluyordu durur muydu yerinde. Hemen köşedeki pastaneden tatlıları kaptığı gibi doğru Kahveci Hasan ağabeyin kahvehanesine gitti. Herkese çay söyledi. Hatta o kadar enerjikti ki Hasan abiye çıraklık yapmaya başladı. Çayları kendi ikram ediyordu. Tatlıları eliyle yaşlı amcaların ağzına tutuyordu. Herkes neşeli ve mutluydu. Normalde bu kasabanın halkı, çocuğu olduktan sonra bu tarz ikramlarda bulunurlardı. Ziya abinin bu hareketi kimisine göre şımarıklık olarak algılanabilirdi. Yüzünde gülümseme olmayan tek adam Bakkal Akif’ti. Ziya abi onunda gönlünü almak istercesine kendi elleriyle çay doldurup Bakkal Akife ikram etti. Bunun üzerine Bakkal Akif'in yüzü yumuşamış ve sarımtırak gülümseyişiyle kalpleri yumuşatıyordu. Tam bu esnada Ziya abi bir şaka yapmak istedi;

 -Hanımının kardeşinin kızını almadım diye kızmıyorsun değil mi?

Kahve halkı hep bir ağızdan gülmeye başladı. Hatta bazıları fazla abartıp filimler deki kötü adamlar gibi gülmeye başlayınca. Bakkal Akif küplere binmişti. Olanca hırsıyla elindeki bardağı yere çaktı. Bunun üzerine derin bir sessizlik oldu.

Kahveci Hasan’ın kısa boylu olduğu kadar da mahallenin en yürekli adamı olduğunu duymuştum. Hatta babamın anlattığına göre bir keresinde tek başına dört kişiyle kavga etmiş. Sonrasında ne olduğunu sorduğumda dayak yediğini ve iki ay komada kaldığını öğrendim. 😂

Hasan ağabey gür bir sesle ikaz edince herkes sus pus olmuştu. Ne yalan söyleyeyim bende korkmuştum. Bakkal Akif sanki Kasap Şevketle sesini takas etmiş gibi ince bir sesle;

-Çay çok açıktı ağabey, masrafı neyse karşılarım demişti.

Bunun üzerine tüm kahvehane halkı yeniden kötü adam gibi gülmeye başlamıştı. O an çok komikti bunun üzerine Bakkal Akif rezil olmuş vaziyette kahvehaneden çıktı. O an dobra dobra diyip sürekli dobralıkdan bahseden bir kobranın yuvasına kaçışını izliyordum...

Zaman, çayın içine atılan küp şeker gibi eriyordu. Asıl hikayemiz o gece başlamıştı. Nevin ablanın çığlıkları gecenin sessizliğine hançerini saplıyordu. Ziya abi korku ve panikle Nevin ablayı hastaneye yetiştirmişti. Doğum beklenilenin aksine iki hafta erken olmuştu. Ziya abi ve Nevin abla bir kız çocuğu bekliyorlardı. Doğum yaklaşık dokuz saat sürmüştü. O gece Cevdet Öğretmen ve eşi Betül teyzede Ziya abinin araması üzerine hastaneye gitmişlerdi...

______________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________

(Ertesi Gün)

Kepçe Cemil’in kulakları yine bir olayı duymuştu. İlk kez gurur duymak yerine üzülmüştü. Söylenilene göre Nevin abla ve bebeği doğumda hayatını kaybetmişti. Yaklaşık on gün boyunca Ziya abiden haber alan yoktu. Açtığı kliniğin başında teknikeri duruyordu. Pınar kasabasındaki herkes Ziya abi için endişe duyuyordu.

(10 Gün Sonra)


Ziya abinin evine girdiğini görenler olmuş. Herkesin merak ettiği birçok şey vardı. Ziya abi ne durumdaydı? Nevin abla nasıl vefat etmişti? Ziya abi on gündür nerelerdeydi? Ve şimdi ne yapacaktı?


Ziya abi yaklaşık üç ay boyunca hızlı hızlı yürüyerek gözden kayboluyordu. Ve eve geç saatlerde geliyordu. Eskisine nazaran çok daha güleç bir yüzle geziniyordu. Kasabanın Bakkal Akif gibi yerlileri hüznünü çabuk atmış olacak ki… Yersizce konuşmalarına ara sıra devam ediyorlardı. Birçok söylenti vardı. Bunların en üzücü olanı ise “Ziya delirmiş” olanıydı. Hâlbuki Ziya abi sürekli gülüyor ve ara sıra kendi kendine konuşuyordu. Bu onun deli olduğunu göstermez ki. Gerçi akıllı insanlarda somurtkan bir yüzle geziyor ve başkasının arkasından konuşuyordu. Deli adamın işi değildi bu. Akıllı olmak zor işti…

En üzücü olanı da Ziya abinin bu konuşmaları destekler nitelikte davranmasıydı. Hareketleri bizi yani çocukları güldürürken, Bakkal Akif ve diğer büyükleri zaman zaman epey kızdırıyordu. Hatta işler öyle bir hale gelmişti ki… Neredeyse herkes Ziya abiden illallah etmişti. Kasabadaki kültür merkezinde yaz sinema günleri başlamıştı. Yaz tatillerinde öğrencilerin ve gençlerin en keyif aldığı günlerdi. Ziya abide hemen hemen her filme geliyordu. Ta ki izlediği her filmi uygulamaya başlayana kadar. İzlediği her filmin etkisinde kalıp Pınar kasabasına kan kusturuyordu. Aslında bu duruma en çok biz sevinip eğleniyorduk.

Mesela geçenlerde Ziya abinin “Rocky Balboa” diye diye Kasap Şevketin etlerini yumruklaması herkesi güldürmüştü. Şevket ağabeyin ince sesiyle bağırışı olayı daha da komik hale getiriyordu. Bir sabah uyandığımızda dükkânlarda ve tüm köşe başlarında “Z” yazıyordu. İlk başta bu hadiseye kimse bir anlam veremese de, kimin yaptığı anlaşılmıştı. Ziya abi elinde bir sopa havada  "Z" çiziyor ve “Zorrroooo” diye bağırıyordu. İzlediğimiz filmlerden nasıl etkilenir diye tahmin yürüttüğümüz zamanlarda oldu. Kasabadaki herkes bu duruma kimi zaman üzülerek kimi zaman gülerek de olsa alışmışlardı.Şayet sıradaki kurban onlar değilse, bu durum eğlenceliydi bile denilebilirdi. Yaklaşık on ay gelip geçmişti…

Ziya abinin her gün kasabadan ayrılışları ve bazen gelmeyişi meraklandırıyordu. Kimisine göre o deliydi, kimisine göre meczup. Delilikte akıl insanı terk ederken, meczuplukta insan aklını terk ediyordu… Kim bilir? Belki…

Ziya abiden artık herkes çekiniyordu. Hele Bakkal Akif, Ziya abiyi görünce yolunu nasıl değiştireceğini bilemiyordu. Geçtiğimiz Cuma günü, mahalle Bakkal Akif abinin eşinin çığlığıyla yankılanmıştı. Ah Ziya abi âlem adamsın. Sen tut “Yenge bunu Akif abi yolladı” de. Süslü püslü bir kutuyu verip uzaklaş. Kadıncağız Akif abinin ona hediye aldığını düşünmüş. Açınca ne görsün? Üç tane hamster…

Onca olaydan sonra Ziya abi birçok kez karakol kapısı açtı. Fakat her ne hikmetse elini kolunu sallayarak çıkıyordu. Şikayet edenlere yada soranlara hep aynı şeyi söylüyordu. “Benimle uğraşmayın oğlum ben deliyim. Beni sen, sen delirttin.”

Neriman teyze Ziya abiyi de yanına alacağını söylediğinde herkesin neşesi yerine gelmişti. Üzülen sanırım sadece biz çocuklardık. Ziya abilerin eşyaları taşınmış ve kliniğini de devretmişti. Kasabamızda son günlerini yaşıyordu. Onu son kez gördüğüm günü hiç unutamam. Zaten bardağı taşıran son damla da bu son güne ayrılmıştı….

Bakkal Akif, Kepçe Cemil ve Kasap Şevket kahvehanede sohbet ediyorlardı. Kahvehaneden içeriye birden Ziya abinin girmesiyle, çekimser bir yüzle birbirlerine bakıyorlardı. Ziya abi bugün herkesi şaşırtacak şekilde şıktı ve bir o kadar da yakışıklıydı. Kahvehaneci Hasan ağabeyin sesi gürültüyü susturmuştu;

-Bugün işlerimden dolayı kahvehaneyi Ziya’ya devrediyorum, çırağımla ikisi sizinle ilgilenecekler şüpheniz olmasın.

Hasan abi önlüğünü çıkarıp Ziya abiye teşekkür ederek kahvehaneden ayrılmıştı. Kimse bu olaya bir anlam veremiyordu. Haklı olarak, "Elin delisine kahvehane mi emanet edilirmiş" diye düşünenlerde vardı.


Ziya abi Pınar kasabalıların alışkın olmadığı bir tarzda çay demlemişti. Ve çayın tadı gayet lezzetliydi tek ilginç yanı renginin çok açık olmasıydı.İnsanın içtikçe içesi geliyordu.

Bugün hafta sonu olduğundan kahvehanede hemen hemen tüm masalar doluydu. Kâğıt oynayanlar, gazetesini okuyanlar, taş dizenler, aralarında sohbet edenler ve yancılık yapanlar… Bunca insanın dikkatini çeken bir ses duyulmuştu. Ziya abi kahvehanenin tam ortasındaki masada kâğıt oynayanları aldırmadan, masanın üstüne ayaklarıyla basıp, dikiliyordu. Ve tüm gözler ona çevrilmişti. Acemi bir yazarın, hikâyesinin sonunu bağlamaya çalışması gibi zorlanıyordu. Hikâye iyi ya da kötü, Ziya abi için asıl önemli olan bir şeyleri anlatmaya çalışmaktı. Ve güler bir yüzle;

-Ses bir, iki, üç… Ben Deli Ziya… Deli üç, iki, bir…

Kimileri şaşırmış bir şekilde bakıyordu. Kimileri ise bir deli için geç kalınmış bir hareket olduğunu düşünüyordu. Yaşlıların neşesi yerine gelmişti. Oyunda yenilenler kâğıdı masaya daha sert vuruyordu, taş dizenler her an Ziya abinin kafasına ıstakayla vurabilirlerdi. Yancılar keyifle meşrubatlarını içiyorlardı.

 -Evet… Pınar Kasabası sakinleri, ben sizin de takdim ettiğiniz üzere namı diyar Deli Ziya. Gençken bıraktığım bu kasaba nasıldı? Şimdi daha iyi anlıyorum. Okulum bitip geldiğimde babamın cenazesinde bir araya gelmiştik. Ve bazılarınız üzerine vazife olmayan çoğu konuda konuşmaya utanmadı.

Herkes şaşkın ve ne olduğunu anlamak için birbirlerine bakıyorlardı. Bir ara Ziya abiyi engellemek isteyenler olsa da bu durumu Kepçe Cemil ve babam engellemişti. Ziya abiyi protesto edermişçesine çayını karıştıranların sesi de kesilmişti.

-Ben her defasında samimiyetinize inanmaya çalıştım fakat aldandım. İş kuracaktım sürekli işin olmayan yanlarını söylediniz. Evleneceğim insanı bile seçemeyeceğimi düşündünüz. Aslında benden çok babamın servetini düşünenler de vardı. Size bu oyunu oynamayacaktım.  Çocuğumuzun olmamasına ve işlerime burnunuzu sokmasaydınız. Akıllı insanın sizinle baş etmesi kısa vadede zor gözüküyordu. Ve bende “İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır.” diyen Paulo Coelho’yu dinledim. Bu tutamı zaman zaman abartmış olabilirim çünkü bu durum çok hoşuma gidiyordu.

Ziya abi kafalardaki tüm soru işaretlerini cevaplıyordu. Bakkal Akif ve tayfası ağzı açık bir şekilde sadece dinliyorlardı. Ziya abi delirmediyse bunca zaman neden böyle davranmıştı? Tuhaf adamdı Ziya abi…

-İzlediğim filmlerin etkisinde kalıp yaptığım hareketlere bakarak bana deli yaftası vurmanız normaldi. Anlamadığım ise bir filmin etkisinde kalmak delilik iken, sizin dediğiniz gibi yaşamak neden aklın tek yolu oluyordu. Her insana karşı iyi olduğum zamanları da bilirim. Herkese iyi olan insanın kendine kötü olması ve yabancı kalmasını belki yaşamadınız.

Bir ara gözlerim babamla Faruk Ustaya takılmıştı. İkisi de bugünü beklermiş gibi tebessümle Ziya abiyi dinliyorlardı. Herkes pür dikkat kesilmişti. Öyle ki kahvehanenin dışında oturanlar bile içeriye bakıp olanları anlamaya çalışıyordu.

-Hepiniz kasabadan çıkıp bazen dönmediğim zamanlar ne yaptığımı merak ediyorsunuz… Eşimin ve kızımın yanına gidiyorum.

Kahvehanedekiler Ziya abinin dediklerini anlamışlardı anlamasına fakat son söyledikleri onun hala deli olduğunu düşünmeye sevk ediyordu. Daha sonra masadan çevik bir hareketle aşağıya indi. Babam ve Faruk Ustaya sarıldıktan sonra kendine has selamıyla kahvehane halkını selamladı. Herkes Ziya abinin arkasından bakakalmıştı. Ziya abinin ayakta durduğu masada şimdi sessizlik vardı. Ve o kadar ağır bir sessizlikti ki masayı ortadan ikiye ayırabilirdi. Sessizliği dağıtan bir egzoz sesiydi.

Babamların dışında kimse gözlerine inanamıyordu. Şoför koltuğunda Cevdet Öğretmen ve arka ikili koltukta Betül teyze ile birlikte Nevin abla vardı. Ziya abi arabanın arka kapısını açıp Nevin ablaya doğru uzanıp kızını aldı. Babasının yüzüne o tombik elleriyle dokunuyordu. Ziya abi kızını öptükten sonra,tekrar kızını Nevin ablaya verip, ön koltuğa oturdu. Cevdet Öğretmenin kullandığı araba bir süre sonra gözden kaybolmuştu. Gidecek çok daha aydınlık yolları vardı...


Herkes olanların etkisiyle zombi gibi öteberi gidip geliyordu. Ziya abinin demlediği çayın buharı düşünen yüzlere tebessüm ettiriyordu.

____________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________________


Çayımdan ikinci yudumumu almıştım. Dostlarımla göz göze gelip, aynı cümleleri kurmuştuk. Eee ne de olsa deli deliyi gözünden tanırmış. 🙂

" Halk var gücüyle seni ıslıklarken sen kendini alkışlarsan, bunun ne zararı olabilir? İşte kendini alkışlamanı mümkün kılan tek şey Deliliktir! "

-Erasmus  (Deliliğe Övgü Kitabından)-